.
.
   
  TARİHİN RÜZGARLARI
  İSLAM TARİHİ
 
            Doğumundan vefatına kadar hayatı tarihi vesikalara dayanılarak, hemen hemen bütün ayrıntılarıyla bilinen Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam), Arabistan yarımadasının Mekke şehrinde miladı 571 tarihinde dünyamızı şereflendirmiştir. Bölgenin saygın kabilelerinden Kureyş içinde köklü bir aile olan Haşimoğullarına mensuptur. Babası, Kureyş'in ileri gelenlerinden Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah, annesi Zühre kabilesinden Vehb'in kızı Amine'dir. Daha doğmadan babasını kaybeden Muhammed (aleyhissalatu vesselam), iki yıl dedesinin himayesinde kaldı. Bir müddet sonra onu da kaybedince amcası Ebu Talib'in yanına verildi. Çocukluk yıllarını Mekke civarında geçirdi. On iki yaşlarında amcası Ebu Talib'in ticaret kervanıyla Suriye'ye yolculuk yaptı. Yirmi yaşından sonra Mekke'nin zengin tüccarlarından biri olan Huveylid'in kızı Hatice'nin ticaret kervanını yönetmek üzere ikinci defa Suriye'ye gitti. Yirmi beş yaşında Hatice ile evlendi. Kırk yaşlarında daha önce hissetmediği bazı ruhı tecrübeler yaşamaya başladı. Mekke' deki Nur dağının tepesinde bulunan Hira mağarasında inzivaya çekildi. Daha önceleri hiç yapmadığı bu inzivayı adet halinde getirdi. İnzivada bulunduğu günlerin birinde insan suretinde bir melek ona doğru geldi ve ona "Oku" dedi. Efendimiz (s.a.s) "Ben okumasını bilen birisi değilim.' deyince melek onu kuvetle sıkarak ikinci kez "Oku!" dedi. Üçüncü defa da aynı olay vuku bulunca melek ona şu ilahı hitabı duyurdu: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! (O Rabbin ki), insanı bir yapışkan hücreden yaratmıştır. Oku ve (de şunu bilmiş ol ki,) insana bilmediklerini bildiren, kalemle (yazmasını) öğreten Rabbin, kerem (büyük bir ihsan ve lütuf) sahibidir." (Alak suresi, 96/1-5) Peygamberlikle görevlendirilen Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam), Allah'tan aldığı vahyi zaman kaybetmeden insanlara tebliğ etmeye başladı, onları tevhide çağırdı. Yapmış olduğu davet esnasında arkadaşlarıyla birlikte tahammül edilmesi zor acı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Bunun üzerine peygamberliğinin on üçüncü yılında Medine'ye hicret etti. Burada birbiri ardınca meydana gelen çetin muharebelere ve engellemelere rağmen Peygamber Efendimiz risalet görevini başarıyla tamamladı. 


 
    Üstün ve Eşsiz Ahlakı 

     Gerek peygamberliğinin gerekse peygamberlikten önceki hayatının her bir döneminde, O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) herkese iyilik yapan, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gideren, sade bir hayat yaşayan, asla yalan söylemeyen, kendisine kötülük yapanları bağışlayabilen, her konuda güvenilebilen "üstün ve yüce ahlak sahibi" mükemmel bir insan olduğu, tarihle ilişkili bütün kaynaklarca tespit edilen bir gerçektir. Kur'an, Peygamber Efendimizin eşsiz ahlakını şöyle ifade etmektedir:
"Her halde Sen, ahlakın -Kur'an buudlu, uluhiyet eksenli olması itibarıyla- ihâtası imkansız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin." (Kalem, 68/4)
Hayatın her safhasında her türlü hal, durum ve engellemeler karşısında, ahlakı değerlerin tamamını yaşayıp bunların canlı bir örneğini verebilmek, ancak doğrudan doğruya ilahı bir terbiyeye tabi tutulan bir peygamber için mümkün olabilir.
O, bütün güzel hasletleri en yüce şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamıştır. Son derece cesur ve celadetliydi, ama, aynı zamanda son derece mütevazı, halim ve selimdi. Daha da önemlisi, cesaret ve celadeti kalpleri kırıp dökme noktasına varmadığı gibi, tevazuu ve affediciliği de hiçbir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmemişti. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzur veren bir insan olan Peygamber Efendimiz, metin ve çetin oluşunun yanı sıra, insanları alabildiğine seven ve onlara merhamet eden birisiydi. Sevenlerinin kendisine en derin hislerle teveccüh ettiği manevi bir mevkide olmasına rağmen, o bir çocukla dahi sohbet edebilecek kadar mütevazı idi. Ve yine O, son derece cömert idi, ama bunu israf derecesine vardırmayacak kadar da iktisatlı idi. Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlakı şahsında toplayan, yaşayan ve örnek olan bir insanın durumu ancak onun özel ve görevli bir insan oluşuyla (peygamberliğiyle) izah edilebilir.
Hayatı boyunca sade bir hayat yaşamayı tercih eden Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam), Mekke döneminde kendisine defalarca yapılan makam ve servet gibi dünyevi vaatleri her seferinde reddetmiştir. Uzak kaldığı bu hususlardan, ailesinin ve çocuklarının da beri olmasını sağlamıştır. Gerek zekat ve sadakanın yasak olduğu aile efradına bakıldığında, gerekse, kendisine bir kolye takma izni bile verilmeyen kızı Fatıma'ya bakıldığında onun bu hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır. Medine döneminde de elde ettiği çeşitli muvaffakiyetler, zaferler ve malı imkânlardan sonra hiç değişmemesi, O'nun yüce ve yüksek ahlakının doğruluk derecesini gösterir. Büyük zafer ve fetihlerden sonra bile, bakışının bulanmaması, başının dönmemesi, vazifesini başladığı gibi bitirmesi, peygamberliğinin en parlak bir delilidir.
Hasılı, O'nun -faraza- söz ve davranışlarında yalan ve samimiyetsizlik olsaydı, gerek peygamberlik öncesi gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, ve neticede fırsat kollayıp duran hasımları, kılıca sarılma lüzumu duymadan -bu durumu değerlendirmek suretiyle- maksatlarına ulaşacaklardı.
Şu halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, O'nun hiçbir mucizesi olmasa bile bizzat kendisi, kendi doğruluğuna ve peygamberliğine büyük bir delil ve şahittir.
   

  
İslamiyetten önce Arap Yarımadasının genel durumu

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde, Mekke şehrinde doğdu. O'nun hayâtını ve insanlık târihinde yaptığı büyük inkılâbı kavrayabilmek için, yaşadığı asırda Arabistan'ın genel durumunun ve Arapların yaşayışlarının, ana hatları ile de olsa, bilinmesinde fayda vardır.

1. Araplar kabileler halinde yaşıyorlardı:
İslâmiyet'ten önce Araplar, henüz millet hâline gelemedikleri için; kabîleler hâlinde yaşıyorlardı. Her kabîle, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi. Kabîle başkanına "Şeyh" deniyordu. Hicaz ve Yemen bölgelerinde bazı şehirler kurulmuşsa da, genellikle çöllerde çadır ve göçebe hayâtı geçiriyorlardı. Hicaz bölgesinde üç önemli şehir, Mekke, Yesrib (Medine) ve Tâif'ti. Mekke'de Kureyş Kabîlesi, Tâifte Sakîf Kabîlesi, Yesrib (Medine) de Evs ve Hazreç adlı Arap kabîleleri ile Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları olmak üzere üç yahûdi kabîlesi bulunuyordu. Diğer kabîleler genellikle göçebe idiler.

2.Kabileler arasında kan davaları vardı:
Kabîleler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden savaş eksik olmazdı. Yalnızca yılın dört ayında (Muharrem, Recep, Zilka'de ve Zilhicce aylarında) harbetmezlerdi. Bu aylara "eşhür-i hurum" (savaşılması, kan dökülmesi haram olan hürmetli aylar) denir. Bu esnâda, bütün kabîleler güvenlik içinde seyâhat edebildikleri için, genellikle büyük panayırlar bu aylarda kurulurdu. Mekke'nin hâkimi, Kâbe ve civârındaki putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabîlesi, diğer bütün kabîlelerden saygı görürdü. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her mevsiminde diledikleri yere seyâhat edebiliyorlardı.

3.Ticaret gelişmişti ve panayırlar düzenlenirdi:
Hicaz bölgesindeki panayırların en önemlileri, Mekke civârında kurulmakta olan Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarıydı. Bu panayırlara ülkenin dört bir yanından akın akın gelenler arasında satıcılar, iffetsiz kadınlar, şâirler, hatipler, kâhinler ve çeşitli dinlere mensup kimseler de bulunuyordu. Tâif'le Nahle arasında kurulmakta olan Ukaz panayırında, şiir yarışmaları yapılır; beğenilip derece alan şiirler, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı. Bu şekilde Kâbe duvarında asılmış olan yedi ünlü kasideye "el-Muallekatü's-seb'a" (Yedi Askı) denilmiştir.

4.Arapların çoğunluğu putperestti:
Müslümanlıktan önce, Arapların çoğunluğu putperestti. Yapmış oldukları bir takım heykellere ilâh diye tapıyorlardı. En önemli putlar, Hubel, Lât, Menât, Uzzâ, Vedd, Suva', Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlarını taşıyanlardı. Mekke'de Kâbe ve civârına 360 kadar put yerleştirilmişti. Her kâbîlenin ayrı bir putu, her putun özel bir ziyâret günü vardı. Böylece yılın her gününde putlarını ziyârete gelenlerle dolup taşan Mekke, bir ticâret merkezi olduğu kadar, putperestliğin de merkezi hâline gelmiş bulunuyordu.

Arabistan'da putperestlerden başka, Mûsevî, Hıristiyan, Mecusî (ateşe tapan) ve Sâbiî dinlerine mensup kimseler de vardı. Bunlardan başka, çok az sayıda, Hz. İbrahim'in tebliğinden o devre ulaşan dinî esasları benimsemiş tek Tanrı inancında olan "Hanîf"ler vardı. Nevfel oğlu Varaka, Cahş oğlu Abdullah, Huveyris oğlu Osman ve Sâide oğlu Kuss bunlardandı.

İslâmiyetten önce Arap Yarımadasının kuzeyinde (Sûriye'de) "Nebtî", güneyinde (Yemen'de) "Himyerî", Irak'ta ise "Süryânî" yazıları kullanılıyordu. Hicaz Arapları Sûriye ve Irak'a ticâret için yaptıkları seyâhatlarda Arapça'yı Nebtî ve Süryânî yazıları ile yazmayı öğrendiler. Daha sonraki asırlarda, Nebtî yazısından "Nesih"; Süryânî yazısından da "Kûfî" denilen yazı sitilleri doğmuştur. Ancak, Araplar arasında okuyup yazma bilenlerin sayısı son derece azdı. Cömertlik, konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları himâye, cesâret.. gibi bazı iyi hasletleri yanında, soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik gayreti ile kan dökme gibi son derece çirkin âdetleri de vardı. Hele köle ve kadınlara insan değeri vermezlerdi. Kadınlar, ölen kocasından, babasından ve diğer yakınlarından mirâs alamadıkları gibi, kendileri mirâs malları arasında, mirâscılara kalırdı. Erkekler istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. Fuhuş âdeta meslek hâline gelmişti. Bu yüzden bazı kimseler kız çocuklarını diri diri kumlara gömecek derecede vahşet göstermişlerdi.

İslâmiyetin doğuşu sırasında yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya, zulüm, sefâhet ve cehâletin karanlığı içindeydi. Maddî ve rûhî sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık, bir mürşit, bir kurtarıcı beklemekteydi.

Kur'ân-ı Kerîm "Câhiliyet Devri" denilen bu karanlık dönemi, "İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden, fesat (her tarafı kapladı) karada ve denizde yayıldı."ifâdesiyle en vecîz bir şekilde anlatmaktadır.
 

  
Müslümanların Medine'ye hicreti

Hicret bir yerden başka bir yere göç etme demektir. Müşriklerin zulümleri yüzünden Mekke'de Müslümanlar barınamaz hâle gelmişlerdi. Bu sebeple 2'inci Akabe Bîatında Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanların Medine'ye hicretleri de kararlaştırılmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi..." diyerek Müslümanların Medine'ye hicretlerine izin verdi. 2'inci Akabe Bîatı, Peygamberliğin 12'nci yılının son ayı olan Zilhicce'de yapılmıştı. 13'üncü yılın ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başladı. Mekke'den Medine'ye ilk hicret eden, Beni Mahzûm'dan Abdülesed oğlu Ebû Seleme, en son hicret eden ise Rasûlullah (s.a.s.)'in amcası Abbâs'tır.

Mekke'nin fethine kadar geçen süre içinde, dini uğruna, evini-barkını, malını-mülkünü, âilesini, kabîlesini, akrabasını, bütün varlığını Mekke'de bırakarak Rasûlullah (s.a.s.)'in müsâdesiyle Medine'ye göç eden Mekke'li Müslümanlara "Muhâcirûn" adı verilmiştir.

Medine'de muhâcirleri misâfir eden, onlara bütün imkânları ile yardımcı olan Medine'li Müslümanlara da "Ensâr" denilmiştir. Muhâcirûn ve Ensâr, Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok vesîlelerle övülmüşlerdir.

Muharrem ve safer aylarında Müslümanlar, âileleri ile birlikte hicret ettiler. Birer, ikişer, gizlice Mekke'den ayrılıp Medine'ye gittiler. Ensâr tarafından Medine civârındaki "Avâlî" denilen köylere yerleştirildiler.

Hz. Ömer Mekke'den gizli ayrılmadı. Kılıcını kuşandı, Kâbe'yi tavâf etti. Bütün müşriklere meydan okuyarak:

İşte ben Medine'ye gidiyorum. Analarını ağlatmak, karılarını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler peşime düşsün... dedi. Ömer'in hicreti Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hicretinden 15 gün kadar önce olmuştu.

Kısa zamanda, Mekke'li Müslümanların hemen hepsi Medine'ye göç etti. Yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'yi Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'de alıkoymuştu.Ebû Bekir hicret için izin istediğinde, Rasûlullah (s.a.s.):

"Acele etme, Allah sana hayırlı bir
arkadaş verecek..." diyerek hicretini geciktirmiştil. Mekke'de müslümanlıkları yüzünden âileleri tarafından hapsedilmiş olanlar ile köle ve câriyelerden başka Müslüman kalmamıştı. Rasûlullah (s.a.s.) düşmanları arasında, en büyük tehlike karşısında yapayalnız bulunuyordu.

Hicretin Sonuçları

- Medinede İslâm şehir devleti kurulmuştur.

- Muhacirlerle Ensar kardeş ilan edilmiştir. Böylece Müslümanlar arasında sosyal dayanışma artmıştır.

- Müslümanların Medineye yerleşmeleri Mekkelilerin kullandığı Şam ticaret yolunu tehlikeye sokmuştur.

- Müslümanlarla Yahudiler arasında savunma ittifakı kurulmuştur. Bu vatandaşlık antlaşması İslâm tarihinin ilk anayasası kabul edilmiştir.

- Müslümanlar Mekkelilerin işkence ve baskılarından kurtulmuştur.

- İslâmiyet Medinede daha hızlı bir yayılma göstermiş, kısa zamanda Müslümanlar büyük bir siyasal güç haline gelmişlerdir.
 

   
Bedir Savaşı
Nedeni: Mekkelilerin, Hicret eden Müslümanların Mekke'de kalan mallarını yağmalayıp Şam'a götürerek satmalarıdır.

Gelişimi ve Sonucu: Müslümanlar Şam'dan dönen ticaret kervanının yolunu keserek Mekke'de yağmalanan mallarının karşılığını almayı amaçlamışlardır. Ticaret kervanının başında bulunan Ebu Süfyan Müslümanların bu planını duyunca yardım göndermeleri için Mekke'ye haber yolladı. 950 kişiden oluşan Mekke ordusu ile 313 kişiden oluşan Müslüman ordusu Bedir Kuyusu civarında karşı karşıya geldiler. Yapılan savaşta Müslümanlar, Mekkelileri yenilgiye uğrattılar.

Sonuçları
- Müslümanların Mekkelilere karşı kazandığı ilk savaştır.
- Müslümanlar maddi ve manevi yönden daha güçlü hale geldiler.
- Şam ticaret yollarının kontrolü geçici olarak Müslümanların eline geçmiştir.
- Savaş sonucunda ganimet paylaşımının yapılmasıyla İslam savaş hukukunun temelleri atılmıştır.
- Esir alınan Mekkeliler, 10 Müslümana okuma - yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmıştır.

Uhut Savaşı (625)


Nedenleri:
- Mekkelilerin, Bedir Savaşı'nın intikamını almak istemesi,
- Müslümanların Kureyş'e ait ticaret kervanını ele geçirmesi,
- Mekkelilerin İslam dininin yayılmasını engellemek istemesidir.

Gelişimi ve Sonucu:
Ebu Süfyan komutasındaki 3.000 kişilik Mekke ordusu Medine'ye doğru saldırıya geçti. Bu durumu haber alan Hz. Muhammed, Medine'de kalıp savunma savaşı yapma düşüncesindeydi. Ancak Bedir Savaşı'na katılmayanların ısrarı üzerine, 700 kişilik İslam ordusuyla Uhut dağına doğru hareket etti. Hz. Muhammed, İslam ordusuna savaş düzeni aldırdı ve dağın en stratejik noktasına 50 kişilik bir okçu birliğini yerleştirdi. Okçu birliğine kendisinden haber gelmedikçe yerlerini terk etmemeleri gerektiğini söyledi. Savaşın başlamasıyla Müslümanlar üstünlüğü ele geçirdi. Fakat okçu birliğinin savaşın kazandığı düşüncesiyle yerlerini terk etmesi durumu değiştirdi. Bu yüzden iki ateş arasında kalan İslam ordusu fazla kayıp vermemek için Uhut Dağı'na doğru çekilmek zorunda kaldı.

Sonuçları
- Mekkeliler savaşı kazanmalarına rağmen kesin bir sonuç elde edememişlerdir.
- Müslümanlar Hz. Muhammed'in sözlerinin önemini anlamışlardır.

Hendek Savaşı (627)


Nedenleri:
- Mekkelilerin, Arap kabileleri arasında İslamiyet'in yayılmasını engellemek istemeleri,
- Medine'den çıkarılan Yahudilerin Müslümanlara karşı Mekkelileri kışkırtmalarıdır.

Gelişimi ve Sonucu:
Mekkelilerin 10.000 kişilik bir kuetle harekete geçtiğini öğrenen Hz. Muhammed gelen ordunun kalabalık olması nedeniyle Medine'de kalarak savunma savaşı yapılmasına karar verdi. Hz. Muhammed, İranlı Selman-ı Farisi'nin önerisiyle şehrin saldırıya açık tarafına geniş hendekler kazdırdı. Mekkeliler, gördükleri bu tarz savunma karşısında şaşırdılar. Mekkeliler 15 gün boyunca yaptıkları kuşatma sonrasında bir sonuç elde edemeyeceklerini anlayınca geri dönmek zorunda kaldılar (627).

Sonuçları
- Mekkelilerin, Müslümanlar üzerine yaptığı son sefer olmuştur.
- Bu savaştan sonra Müslümanlar taarruza geçerken, Mekkeliler savunmaya çekilmişlerdir.


Hudeybiye Antlaşması (628)

Medine'ye hicret eden Müslümanlar hem akrabalarını ziyaret etmek hem de hac vazifesini yerine getirmek için 1.500 kişilik bir grupla Mekke'ye doğru yola çıktılar. Mekkeliler, Hz. Muhammed'in de bulunduğu bu kafileyi şehre sokmak istemediler. iki taraf arasında başlayan gerginlik Hudeybiye Antlaşması'nın imzalanmasıyla sona erdi.

Bu antlaşmaya göre;
- Müslümanlar hac yapmadan geri dönecekler, hac vazifelerini ertesi yıl üç gün süreyle gerçekleşti receklerdi.
- Her iki tarafta istediği Arap kabilesiyle ittifak yapabilecekti.
- 10 yıl süreyle iki taraf arasında savaş yapılmayacaktı.
- Velisinin izni olmadan Müslümanlığı kabul eden Mekkeliler Medine'ye sığınırsa kabul edilmeyecek, ancak Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti. Antlaşmamın

Önemi:
- Mekkeliler, Müslümanların siyasi bir güç olduğunu hukuken kabul etmişlerdir.
- Antlaşma sonrasında oluşan barış ortamında Müslümanlarla Mekkeliler arasında yakınlaşma olmuş, İslamiyetin Mekkeliler arasında yayılması hızlanmıştır.
- Antlaşmanın başlangıçta Müslümanların aleyhine gibi görünmesine rağmen, sonradan Müslümanların lehine olduğu anlaşılmıştır.


Hayber'in Fethi (629)

Hz. Muhammed, Medine'den çıkarılan Yahudilerin Hayber'e yerleşerek Müslümanların aleyhine hareket etmeleri üzerine Hayber Kalesi'ne sefer düzenledi. 10 gün süren kuşatma sonrası kale fethedildi ve buradaki Yahudilerin vergi vermeleri şartıyla kalmalarına izin verildi. Hayber'in fethiyle Şam ticaret yolunun güvenliği sağlanmıştır.

Mekke'nin Fethi (630)

Hz. Muhammed, Mekkelilerin Hudeybiye AntIaşması'nın şartlarına uymamaları üzerine 10.000 kişilik bir orduyla harekete geçti. Arap kabilelerinin de katılımıyla oldukça güçlenen İslam ordusu şehri kuşatarak ciddi bir direnişle karşılaşmadan Mekke'nin fethini gerçekleştirdi. Mekke'nin fethi sonucunda Arap Yarımadası'nda yapılacak fetihler kolaylaşmış ve Kâbe'deki putlar kırılarak putperestliğin merkezi ortadan kaldırılmıştır.

Huneyn Savaşı (630)
Mekke'den kaçan putperestler Taif Yahudileriyle birleşerek Mekke'yi geri almak için yola çıktılar. Bunun üzerine Müslümanlar da bir ordu hazırladılar. İki taraf Huneyn vadisinde karşılaştı. Yapılan savaş sonucunda Müslümanlar galip geldiler.

Tebük Seferi (631)
Bizans imparatoru'nun Arabistan yarımadası üzerine sefere çıktığı haberini alan Müslümanlar, Hz. Muhammed komutasındaki bir orduyla Kuzey Arabistan'a hareket ettiler. Ancak haberin asılsız olduğunun anlaşılması ve Şam'da veba salgını olması nedeniyle savaş yapılmadan geri dönülmüştür.
- Bu sefer sonrasında Gassani Arapları Müslümanlığı kabul etmişlerdir.
- Arap Yarımadası'nda siyasi birlik önemli ölçüde sağlanmıştır. Tebük Seferi, Hz. Muhammed'in son seferidir.

Veda Haccı ve Hz. Muhammed'in Vefatı (632)

Tebük Seferi'nden sonra Medine'ye dönen Hz. Muhammed ertesi yıl Mekke'ye Hac yapmaya gitti. Burada 100.000 kişinin üzerindeki topluluğa bütün Müslümanların eşit olduğunu, kabileler arasında kan davalarının sona erdiğini, Kuran-ı Kerim'in tamamlandığını ve görevinin sona erdiğini söyleyerek konuşmasını bitirdi. Aynı yıl Hz. Muhammed vefat etti.
 
   VEDA HUTBESİNİN İNSAN HAKLARI AÇISINDAN TAHLİLİ

Veda hutbesi hicri 10. yy da Hz. Peygamberin (SAV) hac farizasını ifa için Mekkeye gelip, veda haccı sırasında irad ettiği hutbelere verilen bir isimdir. Bunlardan meşhur olanı Arafatta sayıları kadın erkek 140.000 ini aşan bir topluluğa irad edilen hutbedir.
Veda hutbesi İslamın hayata getirdiği değerlerin özetidir. Veda hutbesinin hukuk açısından insan haklarına getirdiği değerler açıktır. Dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi ve ailevi bir takım hak ve vazifeler getirmiştir. Bu hitabenin sosyolojik tarih açısından da önemi inkar edilemez. Bu hutbe, İslamın temel konularına temas etmesi, cahiliyye adetlerini ortadan kaldırması, eşitlik, hürriyet, kan davaları, faiz, emanet, özellikle insan hakları, aile hukuku içinde yer alan karı-koca hakları, vasiyet, zina, borç ve kefalet gibi hukuki meselelere yer vermesi açısından oldukça önem taşır. İnsan hakları açısından Veda hutbesi İslam hukukunun önemli kaynaklarından birisi sayılır. Hz. Peygamber, bu hutbesini bütün toplananların işitip dinleyebilmesi için gerekli tedbirleri almış ve yer yer diktiği, bir nevi hoparlör mahiyetindeki münadiler vasıtasıyla söylediği her cümle yüksek sesle kalabalıklar arsında tekrarlanmıştır. Bu hutbenin hiçbir politik vasfı bulunmamaktadır. Dikkatimizi daha da fazlasıyla çeken husus, kendisinin yakın bir gelecekte vefat edeceğine dair açık beyanına rağmen, Hz. Muhammedin (SAV) siyasi iktidara kimin getirileceği konusunda hiçbir şey söylememiş olmasıdır.

Hz. Peygamberin (SAV) bu hutbesi, yalnız Müslümanlara okunmuş sıradan bir hutbe olmayıp, bütün insanları kapsayan tarihi bir hutbe ve bir insan hakları evrensel beyannamesidir.

Veda hutbesinin yukarıda sözünü ettiğimiz konularından sadece insan hakları ve aile hukuku açısından tahlilini yapmaya çalışacağız.

Hutbede 7-8 yerde geçen ve paragraf başlarını oluşturan Nas (insanlar) kelimesi bu hutbenin veya bu beyannamenin evrensellik yönünü yani bütün insanlara şamil olma özelliğini ortaya koyar. Çünkü Hz. Peygamber bu kelimeyle sadece huzurundaki Müslümanlara değil, orada bulunmayan gayrimüslim; hatta inançsız, Allahı tanımayan bütün insanlara seslenmeyi hedeflemiştir. Zira nas kelimesi mutlak bir sözcük olup, inananı, inanmayanı; müslimi, gayrimüslimi, erkeği, kadını, orada bulunanı bulunmayanı; akıl sahibi bütün mükellefleri içine almaktadır.

VEDA HUTBESİNDE GEÇEN KONULAR

1. Herkesin can, mal ve namusu tecavüzden korunmuştur.

2. Kimsenin kimseye zarar vermeye hakkı yoktur.

3. Bütün Müslümanlar kardeştirler.

4. Faiz yasaktır.

5. Kan davaları ve adaleti şahsen yerine getirmek yasaktır.

6. Kadınlar, erkeklerin hayat arkadaşlarıdır; buna göre onlara iyi muamele edilecektir. Onların da tıpkı erkekler gibi mal ve mülke şahsen tasarruf hakları olacaktır.

7. İnsanlar ırk ve renk farkı gözetilmeksizin birbirlerine eşittirler.

8. Kölelere, efendilerinin aile fertlerinden birisiymiş gibi muamele edilecektir.

9.Servetin bir elde birikmemesi için bütün varislerine isabet eden meşru hakları verilecektir.

10. Bütün borçlar iade edilecek ve ariyet (geçici olarak alınan şey, ödünç) olarak ne alınmışsa iade edilecektir.

11. Zina ve aile hayatına zarar verebilecek her şey yasaktır.

Hutbede yer alan canlarınız (her türlü tecavüzden korunmuştur) ifadesi, kanlarınız yani canlarınız mukaddestir, dokunulmaz demektir. Buna göre insanın yaşama hakkının tabi bir hak olduğunu ve cana dokunmanın ona tecavüz etmenin dinen ve hukuken yasak ve haram olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hz. Peygamber bu sözleriyle bütün insanlığa; yaşamak, yuva kurmak, mal sahibi olmak; şeref ve haysiyetli olarak hayatını sürdürmek, hür olmak gibi tabi hakları vazgeçilmez birer hak olarak ortaya koyuyordu. Tarih boyunca fert ve cemiyet huzurunun en önemli kaynakları arsında kişilerin can ve mal güvenliği ile manevi şahsiyetlerinin korunması gibi hususlar yer almıştır. Hz. Peygamber, on beş asır evvel daha bu hakların tanımlarının yapılmadığı dönemlerde bunları en açık olarak ortaya koyuyor ve tatbik zeminini de oluşturuyordu.

Mallarınız... (her türlü tecavüzden korunmuştur) ifadesi ise, insanların mallarının garanti altına alındığını, başka bir deyişle insanın mülkiyet hakkı olduğunu; kişinin mülkiyetinde olan bir şeyin, haksız yere alınamayacağını ancak malın meşru ölçüler dahilinde elde edilebileceğini ortaya koymaktadır.

Irz ve namuslarınız da her türlü tecavüzden korunmuştur ifadesi de kişilerin ırz ve namusunun muhterem ve dokunulmaz olduğunu kesin çizgilerle belirtmektedir. Buna göre kişinin özel hayatının tecessüsü, gizli yönlerinin araştırılması, aile hayatı ile ilgili sırların ifşa edilmesi haram ve yasaktır. İslam hukukuna göre kişinin canına, malına, ırz ve namusuna, aile efradına yani harimine dışarıdan haksız bir saldırı olduğu zaman onları koruma ve gerekirse saldırıyı defetme yani meşru müdafaa hakkı tanınmıştır.

Faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allahın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyyeden kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır... sözleri yukarıda açıklamaya çalıştığımız mülkiyet hakkı ile malların dokunulmazlığı ve haksız kazancın yasak olduğu hususları ile doğrudan ilgilidir. Yani Hz. Peygamber, bu değerli sözleriyle tefecilik gibi bir sömürü düzenini yasaklamış ve ortadan kaldırmıştır.

Böylelikle, zengini ezmekten, yoksulu da ezilmekten kurtarıyordu. Zengin; sevilen, sayılan, toplum yararına yatırımlarda bulunan, yoksullara iş veren, onların geçinmelerini sağlayan insan oluyor; yoksul da bu sayede hayat hakkına kavuşuyordu. Ve toplumda zengin sınıfı, yoksul sınıfı gibi izafi bölünmeler ortadan kalkıyordu. Herkes Allaha kullukta ve insanlığa hizmette derecelendiriliyordu.

Cahiliyye devrinden görülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Sözleri de kişi dokunulmazlığı, yaşama hakkı, toplum düzeni ve sosyal düzenle doğrudan ilgili olup, kan davalarının kaldırılmasıyla, toplumu alt üst eden anarşi önlenmiş, bunların yerine kardeşlik ilkesi tarif edilmiştir.

Ey insanlar Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Allah yanında en değerli olanınız, Ona en çok saygı gösterip emirlerime uyanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. (Eğer varsa) bu ancak takva iledir.

Hz. Peygamber bu edebi ve veciz sözleriyle bütün insanların Rabbinin bir olduğunu, aynı anne-babadan türediği ve insanların eşit olduğunu kesin çizgilerle gözler önüne sermiştir.

İnsanların ilerlemesine karşın duran engellerin en yamanlarından biri içtimai heyetin bibirinden ayrı ve farklı sınıflara ayrılmasıdır. Aşağı yukarı her din, her millet ve memleket bunu kabul etmiştir. İnsanlar fiziki yapılarından gelen cinsiyet, ırk, renk, dil soy-sop ve benzeri faktörler hiç bir zaman eşitliği zedeleyecek ve üstünlük sağlayacak nitelikte değildir. O halde bütün insanlar, insan olmaları itibari ile eşittirler. Kanun nazarında herkes eşittir ve prensip itibari ile eşit muameleye tabidirler. Hz. Peygamber, insanların ortak kökeninin topraktan yaratılan adem olduğunu hatırlatarak bütün insanların sonradan ortaya çıkan ırk, dil, renk, servet gibi farklılıklara bakılmaksızın insan kardeşliği meydana getirdiklerini ve bu suretle de Allah a saygı ölçüsü dışında herhangi bir üstünlüğe ortak olmayacaklarını veciz ve çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir.

Hz. Peygamber burada ayrıca hukuka, adalet ve hakkaniyet prensiplerine saygı, hakların kötüye kullanılmaması ve başkalarının hürriyetlerine müdahale edilmemesi gerektiğine işaret ederek zulüm ve haksızlık karşısında direnme, hakların kullanılması ve haksızlıkların önlenmesi durumunu belirtmiştir. Bu itibarla adalet, eşitlik ve hakkaniyet prensiplerinin çiğnendiği toplumlarda barış; insan, şeref ve haysiyetine saygı; maddi ve manevi kalkınmadan söz edilemez.

Veda Hutbesinde Hz. Peygamberin üzerinde durduğu ve günümüzde, bilenin de bilmeyeninin de söz ettiği en önemli konulardan biri de aile hukukunun özünü teşkil eden kadın hakları (veya karı-koca hakları) dır. Hz. Peygamber yine ey insanlar diyerek bu konuda dikkat çekmiş ve sözlerini şöyle devam etmiştir:

Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerin Allah adına söz vererek helal edindiniz. Bir toplumda veya ailede, kişilerin sahip oldukları haklar oldukça önemlidir. Hakların gerçekleşmesi veya onlardan azami derecede istifade, ancak medeni, hukuki ve İslami ölçüler dahilinde hareket etmekle olur ki, bu da eğitim ve kültür düzeyinin yüksek seviyede olmasına bağlıdır. İşte Hz. Peygamber, ailenin bir kanadını oluşturan kadının haklarının çiğnenmesinden endişe ettiği için, hakların gözetilmesini ve çiğnendiği taktirde, Allahtan gelebilecek cezadan sakını9lmasını tavsiye etmiş ve kadınların Allahın bir emaneti olduğunu, yani emanete hıyanet etmemeyi; hakkı ne ise onu vermeyi, altını çizerek belirtmek istemiştir.

Sizin kadınlar üzerinizde hakkınız vardır; sizin kadınlar üzerindeki hakkınız onların, aile yuvasını hoşlanmadığınız hiç bir kimseye çiğnetmemeleridir. Yani ailenin her şeyinden sorumlu olan kocanın, eşi üzerinde nikahtan doğan bir takım hakları olduğu ve bunların da en başında gelen; aile harimine yabancıların ayak basmaması, namusun korunması, sırların ifşa edilmemesi, mesken masuniyeti gibi hususlardır. Bunların yerine getirilmemesi halinde, aile düzeni bozulacak, haklar çiğnenmiş olacak, dolayısıyla çocuklara kötü örnek olunacak, onların ebeveyne güvenleri sarsılacak ve düzeltilmesi oldukça zor bir yıkım meydana gelecektir.

Onların (kadınların) da sizin üzerinizde hakları vardır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde (örf ve adete göre) her türlü yiyim ve giyimlerini temi,n etmenizdir. Hz. Peygamber bu sözleriyle, ailenin geçimiyle ilgili olan nafaka hakkı nın, kadının kocası üzerindeki haklarının en önemlilerinden biri olduğunu ortaya koymuştur.

Veda Hutbesi, insan haklarını 632 yılında tüm dünyaya böylece ilan etmişken, bugün batılılar insan haklarının 1215 yolunda İngilizlerin kendileri için kabuk ettiği Magna Karta fermanıyla başladığını iddia ediyorlar. Hz. Peygamberin bu mesajını evrensel olduğunu kabul etmeseler bile burada kabul etmek mecburiyetinde kaldıkları bir gerçek vardır. Hz. Muhammedin Müslümanlara tanıdığı hak ve hürriyetleri, İngiliz kralı halkına ancak 583 yıl geçtikten sonra tanıyabilmiştir.

Veda Hutbesi o gün, geleceğin hukuk, siyaset ve idare dünyasına çok yönlü etki yapmış olan bir vesikadır. Bilhassa Müslümanlar, hayatlarında Hz. Peygamberi kendilerine örnek kabul ettiklerinde onun izleri görünür.

Batıda ise insan hakları yylar süren mücadeleler sonucu B.M Genel Kurulunca 1948 yılında kabul edilmesiyle insan hakları ve hukuku uluslar arası nitelik kazanmıştır. Hz. Peygamberin insan hak ve hürriyetlerinin temelleri olan eşitlik, kardeşlik, hürriyet, adalet, hakkaniyet, can güvenliği, mülkiyet hakkı, şeref ve hassasiyetin korunması, aile ve kadın hakları, görev, sorumluluk ve diğer ekonomik ve sosyal hakları vurguladığı Veda Hutbesinde insanlık tarihinin günümüzdeki anlamı ile ilk İnsan hakları beyannamesi niteliğindedir.

MODERN İNSAN HAKLARI METİNLERİ VE VEDA HUTBESİ

Milletler birleşerek insan hakları için teminatlar arıyorlar... Halbuki 1400 yıl önce bu measj verilmiştir. Sözlerin gönüle en hoş işleyeni muhakkak ki Allah'ın kelamıdır. Onun ilhamıyladır. Arafat meydanında sarfedilenler...
Bu hitabe aynı zamanda yorulma ve usanma bilmeyen bir gayretle Allah yolunda 23 yıllık mücadelenin sonunda emaneti yerine getirmiş, ümemtini uyarmış bir nebinin nesillere ve tarihlere yönelik muazzam bir vasiyetidir.

Hz. Peygamber, Modern İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 1, 2, 7 ve 8. maddelerinde belirtilen eşitlik, kardeşlik, adelet ve hakların korunması gibi hususları şöyle ifade buyurmuşlardr:

"Ey insanlar,
Rabbiniz birdir, babanız da birdir. hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Allah yanında en değerliniz ona en çok saygı gösterinizdir. Arab'ın Arap olmayana "Allah'a saygı" ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur. "

"Mü'minler,
Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşine ait herhangi bir hakka tecavüz etmek, gönül rızası olmadıkça başkası için helâl olmaz. Haksızlık yapmayınız ve haksızlığa da boyun eğmeyiniz."

Peygamberimiz (SAV), insanların ortak kökeninin topraktan yaratılan Adem (AS) olduğunu hatırlatarak bütün insanların, sonradan ortaya çıkan ırk, dil, renk, servet gibi farklılıklara bakılmaksızın bir "insan kardeşliği" meydana getirdiklerini ve bu suretle de "Allah'a saygı ölçüsü dışında herahangi bir üstünlüğe aship olmayacaklarını veciz ve çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir.



HAYAT HAKKI, MÜLKİYET HAKKI, ŞEREF VE HAYSİYETİN KORUNMASI

İslâm, kişinin maddî ve manevî varlığını bir bütün ve bu dünyada yaşamasını en tabii bir hak telakki eder. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 3, 12, 17. maddelerinde yer alan hayat hakkı, mülkiyet hakkı, şeref ve haysiyetin korunması, gibi hususları beyanla Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

İnsanlar,

Bugününüz nasıl mukaddes bir gün, bu ayınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise biliniz ki canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öylece mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.

Ashabım,
Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Cahiliye devrinde görülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdul Muttalib'in torunu (amca-zadem) Rabıa'nın kan davasıdır. Buna göre anarşi ve kargaşa, kan gütme ve intikam alma, can ve mal güvenliğini ortadan kaldıran sapıklıklar cahiliye adetlerindendir."


KADIN HAKLARI VE AİLE

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 16. maddesinde evlilik ve aile konusunda Hz. Peygamber, Veda Hutbesinde şöyle buyuruyor:

İnsanlar,

Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allahın bir emaneti olarak aldınız. Onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz ederek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinide haklarınız, onlarında sizin üzerinde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, kadınlarınızın aile şerefini, hoşlanmadığınız hiç kimseye çiğnetmemenizdir. kadınlarınızın da sizin üzerinde hakları, örf ve adete göre onalrın her türlü yiyecek, giyecek ve ihtiyaçlarını karşılamanızdır. onalr sizin haklarınıza riayet etsinler, s,z de onlara nezaketle muamele edin. Bir kadını, kocasının izni olmadıkça onun malından başkasına vermesi helâl olmaz. Çocuk kimin nikahı altında doğmuş ise ona eittir. Ve zina suçunu işleyen kişi, çocuk üzerinde hak iddia edemez. Bunların hesabını Allah görecektir."
İslâm, insanların sağlıklı nesiller yetiştirilerek insanlığın bekası için evlilik bağının "nikah" müessesinin gerekliliğine ve kudsiyetini ifade etmiştir. 


  
HZ. PEYGAMBER'İN (SAV) VEDA HUTBESİ


"Ey insanlar!

Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir.

Ashabım!

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ey ashabım!

Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allahın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbasın faızidir.

Ashabım!

Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıtır,' ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebîa'nin kan davasıdır.

Ey insanlar!

Bugün şeytan sizin su topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.

Ey İnsanlar!

Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah' tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, sizden başak bir erkeğe döşeğinizi çiğnetmemeleri ve sizin hoşlanmadığınız herhangi bir kimseyi, izninizle olması müstesna, evlerinize sokmamalardır. Onların çirkin fiil ve hareketlerde bulunmalarına izin vermeyin; şayet onlar böyle ibr şey yapacak olurlarsa, artık Alalh gerçekten size, onları azarlayıp tekdir etmenize ve döşeklerinizi ayırmanıza ve pek ağır olmamak üzere onalr ıdözemnize izin vermiştir.Kadıların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey müminler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allahın kitabı Kur'ândır.

Ey müminler!

Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakki vardır:

Ey insanlar!

Cenabı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Varıs için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinalâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkaşına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allahın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenabı Hak bu insanların ne tövbelerini ne de sehadetlerini kabul eder."

Resûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu:

"Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashabı Kiram cevap verdi:

"Allahın risalesini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz."

Resûlüllah şehadet parmağını göğe kaldırarak üç kez "Şahit o! ya Rab! Şahit o! ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi....



 

        
 
 
 
  Bugün 5 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol